30 Ocak 2018 Salı

Erin Brockovich

Bazen aslında çoğu zaman bu film isimlerinin çevirisini hangi mantığa göre yaptıklarını merak ediyorum. Cidden filmin adı Erin Brockovich lakin caanım türkçemizde Tatlı bela:) Peki!

Bu iki günümü film izlemeye ayırdım hava çok soğuk! Araştırma yapmam gerek aslında ama hala hazır hissetmiyorum kendimi başlayamadım! Film eleştirmeni yorumlayıcısı veya tanıtımını yapmak gibi bi niyetim yok Asla!. Not aldığım filmleri izleyip kendime notlar nacizane...

Evet kitap okurken altını çizen kız burada! Melabaa:)

O zamaaan başlayalııım; Bir Julia Roberts filminden merhabalar efendim. Şimdi bu kadın güzeldir değildir tartışma konusu kime göre neye göre yani. Çok çok çok iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum üzgünüm. Tabiki iyi bir oyuncu ama yaani bazı mimikleri Flash Tv yi hatırlatmıyor değil!
Bu filmimizde ben ve vücüdum adlı Julia Roberts ı izledik evet.
İğrenç kokoş tarzıyla her an yatağa atılmalık basit bir hal sergileyen Erin 2 koca eskitmiş 3 çocuk doğurmuş ve memeleri hala sarkmamış. Hı hııı evet!

Gerçekten filme her an önümüze servis edilen göğüsleri muhteşem bacaklarıyla ve vücudunun bu şahaneliğiyle tabisi tüm erkeklerin ilgi odağı olan ve bunun haklı gururunu yaşayan ablamız filmin başında ümitsiz vaka boşanmış 3 çocuklu işsiz ve parasız kalmış güzel bir anne. Filmin başında yaşadığı trafik kazasıyla avukata başvurup para koparmaya çalışırken davayı kaybetmesi sonucunda para alamadığı gibi hala işsiz bu yüzden son çare tüm çirkefliği ile başvurduğu avukatın bürosunda kendini işe aldırıyor.

 İlgili resim Erin Brockovich gif ile ilgili görsel sonucu
Bir filmde ve ya dizide en çok sorun yaşadığım ne biliyormusunuz; İsimler!
Karakterlerin isimlerini aklımda tutamıyorum çoğu zaman yada tutmuyorum aradaki farkı anlamıyorum şuan:)
Ve bu filmde de kütedenek kaldığım nokta hatuna arabayı alan kim Ed kim :) Parayı yatıran o MT&bla bla ney:)

İlgili resim

TO BE CONTINUED....

29 Ocak 2018 Pazartesi

Şifa mı cı?

Küçükten beri özendiğim bişey varsa o da insanlara yardım edebilmek. Daha fazla ne yapabilirim diye düşündüm hep. Hepimizin kapısını çaldığı teyzeler amcalar vardır. Bilirsiniz; kimi kırıkçı kimi çıkıkçıdır, kimi fıtık iyi eder kimi başka bişey. El vermek diye aralarında çoğaltırlar mesleklerini. Evet alternatif tıp ve evet bir meslek. Alaylılar cemiyetinden...

Bende küçükken bu tarz teyzeleri amcaları her duyduğumda bana el versin isterdim. İnsanların yaralarına merhem olayım. İnsanların elimde elimle iyileşmesini isterdim. Bu yüzdendir bu meslek seçimim. Etrafımdaki insanlara fazla kulak asmamdan dolayıdır tıp tercih etmedim. Pişmanım keşke doktor olmayı daha çok isteseymişim. Sen dayanamazsın, çok duygusalsın çok etkilenirsin okursun ama bu mesleği yapamazsın diye empoze ettiler bana. Deli saçması! Beyaz önlük sevdam tabiki dinmedi. Mesleğimi seçtim. .Şimdi de mutluyum ama bir doktor olsaymışım daha ben olurdum bence! Bir cerrah olabilmeyi dilerim yeniden gelirsem dünyaya...

Geçenlerde farketmeye başladım. Galiba bu kadar çok istememden mütevellit yaratıcının bana küçük bir armağanı var. Ateş düşürücüyüm ben. Komik değil mi? Bencede... ama fazlaca dikkatimi çekmeye başladı bu olay.

KAÇUV da gönüllüğüm süresince gittiğimde alev ateş yanan çocukların oyun odasına yine de gelmek istemeleri annelerin izni doğrultusunda beraber oyun oynadığımız çocukların ateşlerinin düştüğünü farkettim. Ben o zaman umudun nasıl bir güce sahip olduğunu gördüm. Sevmenin sevgiyi paylaşmanın nasıl iyileştirici bir gücü olduğunu hissettim. Şimdi dönüp bakıyorum sepetime ateşini düşürdüğüm bir çok kişi var. Nuray la başladı herşey. Melek kızım benim. Ben seni hiç unutmuyorum sen de beni unutma olur mu!

Nuray benim hastanedeki ilk göz ağrım. Hastayane gönüllülüğüm başladığında Nuray'ın ikinci nüksüydü. Çok hareketli sevgisine içine asla sığdıramayan ateş parçası.. pırıl pırıl gözleriyle bir bakar ta kalbinize dokunurdu. minicik elleriyle boynunuza dolanır o küçücük cüssesiyle öyle bir sarılırdı ki... Bir pazar sabahı yine hastaneye koşarak gittim. Nurayım beni bekler...Tam Nurayın odasına geldim ki annesi Nurayın yanında yatıyor bana el işareti etti görünme çok ateşi var! hemen pencerenin altına eğildim, eğilerek görünmeden oyun odasına gidiyordum ki arkamdan çığlık çığlığa "APLAAA!" diye bir ses "beni gel al!"
Çakılı kaldım olduğum yere annesine bakıyorum. "Saati sorup duruyordu zaten senin gelmeni bekliyordu dedi yalan söylicektim gelmedi diye. Görmedi de aslında seni ama hareketlerimden mi nedir anladı nedir ve zıpladı odadan daha sokamayız odaya" dedi. "Dayanabildiği kadar oyun odasında duralım yapıcak bir şey yok!" Annesi de şahane bir kadın. kocaman sarıldık kucağımda oyun odasına getirdim. Kalorifer kadar sıcak küçücük bedeni. İstediği oyunu sordum;boyama yapmak istedi kalemleri dezenfektan ile sildim teker teker önüne koydum. Asla tek başına boyamazdı Nuray; ya boya onun elinde olucak ve sen onun elini tutucaksın beraber yapıcaksın ya da tam tersi o senin elini tutucak! O kadar hali yok ki kucağıma oturdu sen tut dedi boyaları teker teker elime tutuşturdu renkleri başını boynuma yasladı elimle alnını kontrol ediyorum azcık masaj yapmak istedim; hemen sıkılırdı "Boya!" dedi küçük cadı emir büyük yerden! kontrol ediyoroum arada ateşini. Renklendikçe kağıdımız Nuray sakinledi vücudu dindi hareketlenmeye başladı kucağımdan indi dolapları karıştırmaya başladı derken hemşiremiz kontrole geldi. Sen iyi geliyorsun Nuraya dedi! Biz dedim birbirimize iyi geliyoruz.... Nuray aramızdan ayrıldı ayrılmasına ama hala onu düşünmek bile bana iyi geliyor... Gidişini kabullenmek kolay olmasa da!!!

Sonraki aylarda İremnur vardı. İkinci gözağrım canım canparem. Tam bir bıcırık; kokunu duyar hastaneye gelince, koridora atlar ama asla Nuray gibi sarılmaz. Önce nazlanır o! sonra Allaaah! Susturabilene aşkolsun:) İremnur iyileşti okuluna gidiyor artık sadece kontrollere geliyor. Borcum var hala görüşemedik!
Bir gün hastaneye gittiğimde koridorda İremnuru göremedim. Panikledim ne yalan söyliyeyim.İremnur tedavisi sırasında kızamık geçirdi. Boyundan büyük hastalığı yetmezmiş gibi. Hemşire çıkmasın odasından dedi. Beni odaya çağırdı İremnur. Mecbur gittim ki yaptığım çok yanlış. Asla kıyamam ama! Kızamık geçirmedim ama olsundu ondan bulaşsın nolucak o mutlu olsun yeter ki! Yanına bir kaç malzeme aldım gittim. Kortizon alıyor zaten surat olmuş kocaman alev ateş nasıl kızarmış yanakları lahana bebekler gibi. Yatağının üzerinde oyun oynamaya başladık. O kadar sıcakki İremnur ona yakın olduğum kısmım kızardı resmen bende terliyorum onun sıcaklığından o kadar! Oynamak istiyor hali yok. Yüzüne dokundum alnını ovdum azcık. Ellerim soğuktur ya benim hep minicik avuçlarına ellerimi aldı yanaklarına götürdü. Serinlet beni abla çok sıcak dedi. Isınmayan ellerim ısındı! derken hemşire geldi ateşimiz düşmüş o zaman ilacımızı alıp uyumaya çalışalım azcık dedi benim artık gitmem gerektiği için çıkmak zorunda kaldım. arkamdan ağlayışını hala unutamıyorum...
Umut elçisi olmak ne kadar güzel ve ne kadar zor dedim sonra! Ama yine de umuda ilaç olmak ne kadar

Sonrasında ufak tefek okulda arkadaşlarımda bu gibi şeyler olmadı değil. Ama en son kuzenim telefon açıp; Dilek ateşimiz çıktı birazcık gelsen olur mu sen olunca daha uslu duruyor dedi ateşi düşüyor. Koşarak gittim tabiki elimi alnına koydum azcık masaj yaptım uykuya daldı annesiyle kahve içtik derken kafamda soru işaretleri belirmeye başladı gerçekten ateş düşürebiliyor muyum? Ellerimde o çok istediğim şifa mevcut mu? Belki ellerimin sürekli soğukluğu da buna işarettir belli mi olur!

28 Ocak 2018 Pazar

kendime ait ilk enstrümanım: Harmonika

Müzik ile bağlarım çok kuvvetli ama notalarla değil!
Hayatımın her anında müzük vardı, hala var ve var olmaya devam edecek bunu biliyorum.
Bir zaman sinir bozucu melodili telsiz telefonlar vardı hatırlarmısınız, oyuncak; çocukken bende de vardı tabisii. ben her tuşuyla ayrı ayrı bişi bulup şarkı yapardım. Annem her seferinde "nasıl yapıyorsunda kaval gibi ses çıkarıyorsun bu telefondan" diyordu. Herkese anlatırdı bir de; diğer çocuklar tuşlarına basılı tutar kafayı yersin bizimkisi beste yapıyor diye:) annem olduğundan hoş geliyor olmalı... Güzel günler!

İlkokulda korodaydım, Flüt korosuna çekiş çekiş eklendim, ortaokulda solodaydım derken yarışma oldu 1.liğim var. Lisede koroya devam ettim. Üniversiteye hazırlıkta kıytırık bir dershanede hayatımın şansı mı demeliyim; ruh ikizim demek fazla gelir... belki, beyin ikizim... Bilemiyorum tam ne diyeceğimi onun hakkında! benim erkek versiyonum işte ya sanki. Neyse işte canım cancağzımla tanıştım. O çaldı ben söyledim. O üniversiteye gitti, şehri terketti derken bende söylemeyi bıraktım. Evdeki mırıldanmaları saymazsak...

Söylemeyi rafa kaldırsamda dinlemekten hiç bir zaman vazgeçmedim, dinlediğim tarzlarım değişti, skalam genişledi ama ben hiç bir zaman müzikten kopmadım. Hani benim için tuvalete giderken bile kulaklıkla gider derler ki gerçekten  gitmişliğim var evet! Ben duş alırken bile müzik dinlemeyi severim ki...
Kulaklığım takılı değilse ya bulunduğum ortamın kalbinin sesini, ya rüzgarın sesini, ya yağmuru, ya da kişilerin ruhundan sızan melodiyi dinliyorumdur....
Ben biraz böyle işte...

Ailemin bana kazandırdığı ve gerçekten böyle bir aileye sahip olduğumun şükrünü her kamp gecesi ateş başında ayin edasıyla olmasa bile eda eylerim. Böyle mi söyleniyor du?
Şükür!

Kamp gecelerine en yakışan diye bir şey yok aslında, belki gitarımız olsa fazlaca tıngırdatırdık ama mızıkamız vardı.. Abimin! kimden nerden geldiğini şuan hatırlamadığım bir mızıka; üzerinde bordo  bi eklentisi olan iki katlı bir mızıka.Mızıka severleri basit anlatımımla üzmek istemezdim lakin cehalet zor! Sesi çok güzeldi. Tabiki "bilmeden" ona üflerdim. Hevesimi kırmamak için midir bilinmez kimse ses çıkarmazdı yeter artık diye. Herkesin suratında huzurlu bir gülümseme yıldızların altında, kumun üstünde, ateş başında çalıların çıtırtısına eşlik ederdim.. Bilinmedik melodiler üzmez kimseyi...

Geçenlerde bunu hatırladım ve  dedim ki neden yeniden başlamıyorum! Canımcancağzımda yanımda başım sıkışınca koşarım bana öğretir hem notasını da. Ne notası ya Allahını öğretir o!
Tuttum kolundan çekiştirdim... bana mızıka alalım, sen bilirsin bu işi.. Asla yanaşmadı!!! O gün Kadıköy'ü beraber adımladık, gördüğüm her dükkandan beni uzaklaştırdı. Ben sandım ki benim piyano başındaki hafızasızlığımdan bıktı "de get kendi yoluna" diye beni vazgeçirmeye çalıştı ve almaya yanaştırmadı sandım.
Zan kötü!

O gün motorla üşürüz üşümeyiz kavgasından sonra baktım gün daha erken kendimi Galataya vurdum... Yürüdüm.. yürüdüm..
Algıda seçicilik(!) Kadıköyde de önünden hep geçip hiç görmediğim müzik aletleri satan dükkanlar resmen Galata da da adım başı karşıma çıktı. Bir geçtim, iki geçtim, üç geçtim... Galata nın dibinde söyleyip çalan arkadaşları oturdum dinledim, mırıldandım, kendimce eşlik ettim... sonra yine yeniden yürüdüm... yürüdüm... Girdiğim sokak resmen müzikal sokağı kafamı çevirdiğim her yer dükkan; sazlar, gitarlar, davullar... Ertuğ ile beraber alıcaz! kafamda bu var; çünkü o biliyor, o anlar en iyisini. Ben anlamam ki... Ama artık gülümsüyorum kafamın içindekilere... Derken bi pisicik ayağıma dolana dolana beni resmen bi dükkanın kapısına iteledi:) kapıda pisicikle konuşuyorum kulağımda kulaklıkla sesim çok mu çıktı derken içeri baktım yaşlı tontiş bir amca;
-Merhabaaa dedim...
Gözlükleri burnunun ucunda yüzünü kaplayan bir gülümsemeyle "Merhaba" dedi...
-Gel içeri dedi bizim kız seni takmış koluna getirmiş ne arıyorsun bakalım dedi... ( Bakışlarım bir an donuklaştı; evrenin bazı bazı tesadüfleri bazı bazı mesajları beni ürkütüyor!)
İçeri geçtim hafif korkarak, kafamın üzerinden sarkan sazlara tozlu raflardaki darbukalara, deflere baka baka... Eski örtüsü aşınmış bir tekli berjerin üzerinde bizim kız hala bana bakıyor. Kolumda ağırlaşan bilgisayar çantamı bıraktım yanına.
Amca bizim kızdan bahsetmeye başladı; uluslar arası pasaportu varmış bizim kızın, tüm aşıları tamammış...
Yüzümde kocaman bir gülümseme... Aklımdan geçen ise bir hayvanın bile şanslısı var bu dünyada düşünsenize beni çekiş çekiş bu dükkana çağıran bizim kız dünyanın her tarafına gidebiliyormuş te allaam:) Şuan ise şaşkın şaşkın bana bakıyor... Ne tuhaf dünya!!!

Esnaf amca dertli! Hayvanları öteleyenlere inat almış bu pasaportu herkesin gözüne sokmak istercesine dünyanın yaşanılası bi yer olması için çırpınanlardan.
Aslında kedileri sevmem çok. Sırnaşık hayvanlar, desturları yok! her an dünya onlara aitmişcesine davranmaları beni kızdırıyor. Belki de kıskanıyorumdur; sevilmek istedikçe istediklerinin yanına rahatça koşabilmelerini... Kimbilir!

Kediyi severken bende bu sırada sadede geldim "bende mızıka öğrenmek istiyorum" dedim. "Bizim kız benim aklımı okuduysa demek ki beni size getirdi..."
-Ne iyi yapıyorsun dedi... Ne güzel düşünmüşsün! mızıka değerlidir! mızıkanın değerini bil dedi.
-Her müzik aleti değerli değil mi? dedim "kendi içinde hepsinin güzelliği ayrı kimisi meşhur sadece." -Aşinayım dedim... ama mızıkam yok, ne kadardır, ne aralıktadır ben biraz araştırdım aslında ama anlamam bu işlerden dedim.
-Sen bu işi biliyorsun dedi.
Güldüm!
-Sadece yakınında dolanıyorum dedim bişey bildiğim yok...
-Senin gibiler çok az dedi...
-Var olun dedim.
-Gel seni 10 delikli bir harmonika ile tanıştıralım dedi
-Hadi! dedim.
Kendisi müzik öğretmeniymiş. Keman öğretmiş yıllarca. İşin ilginci Kemalhas da çalışmış çok çok eskiden ben portakalda vitaminken:) Benim mezun olduğum lise. Garip!
Bir kızı varmış. kızı da Haliç Moleküler biyoloji den mezunmuş. Kız akıllı! girmiş işe çalışmış şimdi müdür. dünyayı geziyor... (tesadeüfler ürkütüyor...)
-Sen zeki kızsın çözersin bu işi müzikli günler dedi... ve mızıkayı kutusunda bana uzattı.
(bu lafa çok gülüyorum insanlar tanımadan bu tahmin neye dayanıyor ki iyi ya da kötü insanları yaftalamak değil de ne bu! her neyse...)
-Müziksiz günümüz geçmesin dedim. buruk bir gülümsemeyle...
Gidiyordum ki tam döndüm;
-Siz buranın esnafısınız nerde güzel bir kahve içerim dedim hem manzaram olsun hem güzel bişeyler içeyim.
-Otur beraber içelim dedi.
-Ben sizi çenemle meşgul ederim hem biraz sakin kalmak istiyorum dedim.
-Meşgul etmek ne demek kızım. Muhabbetin dükkanımızı aydınlatır dedi.
Gözlerimle sarıldım kocaman...
-Ama madem bi başına kalmak istiyosun; bence sen burda dolanma dedi böyle yalnız başına senin güzelliğin başına bela açar burda dedi eskiden olsa derdim sana bir kaç yer ama burası çok karıştı evladım. Sen de benim kızımsın aşağı in iç kahveni dedi...
-O senin güzelliğin amcacım dedim sağ olasın varolasın dedim. Kızına benden selam!

Sen gibi güzel insanlar sarsın etrafımızı...

Elimde gıcır gıcır 10 delikli harmonika, yüzümde kocaman gülümseme, cebimde yine bir sürü anıyla amcanın söylediklerini biraz kulak arkası ederek adımladım Galatayı bir kaç dükkan da şansımı denedim. Yavaş dokunuşlarıla dükkan kapılarından içeri adımladım. Yüzlere baktım, gözlere takıldım, pencerelere uzak kalınca da sandalyeler çıktım bir terasa tırmandım. İçtiğim kahve de hayır yoktu ama amcanın muhabbetini güzel bir manzara eşliğinde sindirdim.

Gönlümü açmaya korkmuyorum asla... Tanıdığım insanlara tanımadıklarımı eklemeyi... muhabbet biriktirmek hoşuma gidiyor... Yüzlere bir gülümseme kondurmak... Belki de benim dünyaya geliş sebebim budur... Kim bilir!

Bunca mutluluk doldum paylaşmalıyım ama önce biraz muzurluk; nispet yapıcam ya (aklımca!) mesajımı attım canımcancağzıma. Bir minik tokat attım kendime sonra. Bir süprüzün içine etmişim meğer... Ama olsun du düşünmesi bile yeter...  Bu mızıka beni çağırmış neylesin zaman beklemiyor! zaman çok çabuk akıp geçiyor. Hayat kısa! Çok kaybettim zamandan; zaman benden çok şey çaldı. Düşürdüklerimi toplamayı öğreniyorum.... En önemlisi ertelememeyi öğreniyorum zamanla, bu yüzden bazen süprüzleri bozabiliyorum. Özür dilerim! Siz benim için hayatın süprüzü en büyük armağan... Şükür! Zaman sizi benden almasın yeter! Süprüzler kutusundan çıkamasa da olur...

(Bu arada "Süpriz" değildir o "Süprüz!" yanlış okumayınız ;) )

        

 



21 Ocak 2018 Pazar

...

Hayat aslında bu kadar basit; Sevilmeye en az sevmek kadar ihtiyacımız var. Kimden kiminle ve ya nerede ne derecede nasıl ? Bu soruların çok çok uzağında, hatta kimliklerimizin de uzağında sadece sevilmeye ihtiyaç duyuyoruz...

Saf sevgi işte bu video!
Ve ben şu anda gerçekten filini kucaklamış bu köpek gibiyim, bir kedi gibiyim... Güzel bi tını, ışıklı kütüphanem, peluş battaniyeme sarılmış ve de oldukça mayışmış bir halde ama saçımın kokusunun bulaşacağı sevgi dolu bir dokunuştan uzağım. Kendi sevgime dokunuyorum yazarak, düşleyemeyeli bir simayı...



18 Ocak 2018 Perşembe

Anneye sızlanırken...

"Hem bir şey var, hem hiç bir şey yok"
Kara delik gibi insanı yutan belirsizlik..
Merak ediyor olmak ne kadar masum olabilir
Veya masumiyetimizi ölçen değer nedir ki
Sevmek için hala masummuyuz cidden
Ki sevmenin masum bir yanı olmadığını gördüm ben
Tüm kırıp dökülmeleri sevginin omuzlarına yükledik
Ne ağır sorumluluk başka bir sevgiyi yüreğinde taşıyabilmek

Küçükken annem hep sevgiden bahsederken melekleri çağırırdı
"Güvenmek gerek!" derdi sevdiklerimize ve  "o güveni kırmamak gerek!"
Sevmeyi meleklerden güveni camdan bildim hep!
Belkide bu yüzden parmak uçlarımda gezinişim
Sebebidir kimsenin kalbimin senini duymayışının!

Melek kızım diye severdi annem beni
Yemek yerken oyalanmama kızardı sonra
Sofrayı melekler kollarında taşır derdi
-Ye de hemen kaldıralım, yorulmasınlar...
Dönüp bakınca şimdi ne çok severmiş meğer annem melekleri
Keşke kendini de bu kadar sevebilse...

Annem kızmıyor artık bana
Meleklerden de bahsetmiyor artık
Ben çok üzüyorum artık melekleri anne
Sofrada saatlerimi tüketiyorum
Güvenmiyorum kimselere
Camlara da dokunamıyorum
Hem her şey çok hem hiç bir şey yok gibi...

RDT 18.1.2018


15 Ocak 2018 Pazartesi

iyi mi bir komşu?

Günler geceler aylar koştura dursun hayatımızdan az biraz gezmeye başladık galiba;
Bugün konumuz 15. iyi bir komşu bienali!
Profesyonel bir bilgim yok sanat hakkında okuduğum kitaplar da sanatın yapılışın fırça darbelerinin yada tasarımın neliğini niceliğini anlatan kitaplarda değil
Sadece lise yıllarında sanat tarihi dersi almıştım sonrasında üniversitede Türk sinema tarihi az biraz bakış açısı kazandığıma inanıyorum lakin biraz sonra konuştuklarım anlatacaklarım bilmişlikten anlaşılmaya çalışılmaktan değil sadece anladığımı paylaşıyorum. Eğer ki birileri bir yerlerde beni okuyorsa her türlü değişime fikire ve öğrenmeye açık olduğumu belirtmek isterim. Paylaşımlar benim için değerlidir heleki fikr-i paylaşımlar lütfen gelmekten korkmayın;

Gel gelelim bir aydır süregelen bienela deadline insanı olarak tabiki son hafta katıldık.
Bir günde 3 yeri gezme gafletinde bulunduk diyeceğim ama dönüp baktığımda pişman değilim ya çok yoruldum lakin güzeldi. Gerçekten uç noktalarda dolandım doldum doldum taştım bazı bazı. ozaman baştan başlayalım;

İlk durağımız İstanbul Modern;
foroğrafları yükleyince anca farkettim ki her şeyi fotoğraflamadığım gibi bir de eserlerin kime ait olduğu bilgisini de çekmemişim bu üzücü oldu. Ayrı bir emek gerektiricek anonimus olaraktan devam edelim buldukça editlerim ben buraları...
İstanbul Modern'e girer girmez duvar boyutlarında özgün kes yapıştırlar dutkal çalışmaları karşılıyordu bizleri lakin ben bu çalışmaları pek sevemediğimden kadrajıma almadım ama içerikleri her sanatsal yapıtta olduğu gibi siyasi mesajlar içeriyordu tabii duvarlarca ilerledikten sonra sanatçılarımızın özel tasarmlarını içeren odacıklara geçiş yaptık;
 Burada girer girmez bizi mor bir koltuk karşıladı sanatçı ne anlatmak istedi tam olarak belki idrak edebilecek kültürel seviyede ya da sanatsal edinimde değilim o yüzden sadece anladıklarımı anlatacağım;

  

Önceden olsa yav arkadaşım saçmalamayın adam akıllı sanatınızı yapın derdim lakin şimdilerde biraz değiştim galiba ve odaya girer girmez açıkçası etkilendim bu tasarımcıdan ve beynimde BENCE fikirler belirmeye başladı; 
Bu bir televizyon koltuğu sırt tarafından bükülmüş tabiri caizse akmış; modern dünyamızı ve entellektüel bakış açımızı simgelercesine mor! Ama sonuç olarak bu bizim ömrümüzü bir mindere mahkum eden televizyon koltuğu, saatlerce oturup minderimizi çürüttüğümüzde ve dahi izlediğimiz o saçma sapan renk karması programları da hesaba katarsak; beynimizin üzerine macun gibi aktığı koltuk temsili işte bu mor koltuk. Hepimizin bildiği üzere etten olmayan beynimiz kullanılmadığında gerçekten de macun ve dahi sıvı kıvamına gelip akıyor...

İçeri doğru adımlarımızı attığımızda beyaz bir televizyonda tasarımcının videosu karşılıyordu bizi; 
Ve gerçekten enteresan bir şekilde emlakçıları çileden çıkartırcasına tasarımcı bütün evleri gezmiş, her duvara sürtünerek dokunarak, bir ruh hastası edasıyla her köşeyi duvardan takip ederek, zeminden tavana mutfak raflarına gömme dolaplara yapının malzemesine mimarına kadar inceleyerek yaşanmışlıkları vurgulamaya çalışmış ki bence çok etkileyiciydi evet video biraz stres verici çünkü karşınızda gerçekten sorunlu bir kişilik var ve beyaz bir oda ve spotlar altında bu videoyu izlemeniz bekleniyor zaten çok kişi izlemeden gitti ben ve benim gibi rahatsızlar ne yapıyor bu hatun diye sorgulayarak ve bu video nereye kadar devam edicek diyerek izledi, ve izlemiştir.
Vurgu bence çok yerinde bienalin konusu belli komşudan bahsederken ev den bahsetmemek abest;

 "EV" demek de zaten anı kumbarası değilde ne?
dokunduğumuz her noktaya ayrı bir anı bırakmıyormuyuz?
 duvarlar sesimizi kaydetmiyor mu? 
taş özütlerinden oluşmuş bu beton yapıtlar bizimle beraber nefea almıyor mu sanki? 
Küçükten beri kafamıza dayatılan bir olgu var; canlı ve cansız varlıklar. 
Ben cansız bir varlığın olduğuna inanmıyorum. 
Kendi başına hareket edememesi onun cansız olduğu anlamına gelmez ki! 
Kaldı ki nereden bilebiliriz onun hareket edebilmesi için gerekli ve yeterli zamanı bekleyebildiğimizi?
Taş dediğin solid yapı zamanla değişmiyor mu? 
Ahşap yıpranmıyor mu zaman geçtikçe? 
Cam bile değişirken...
Havanın nüfus ettiği her şey benim gözümde canlıdır!
Peki sizce havanın nüfus edemediği tek bir zerre var mıdır bu hayatta?
Bazen çok fazla düşünüyorum ve bu beni korkutmuyor değil!...


    

Ev bunalımından kurtulayım derken bence oluşturulmuş çok çok iyi bir kombinasyondu bu;

Evden kendini sokağa attığında kurtulabilirmisin kafanın içindeki bir çok şeyden; hayatı pylaştıkların dokunsanda tanımasanda aynı havayı soludukların mekandan bağımsız sıkıntı çekiyorken senin mutluluğun anlık değil mi ? Belki çok melankolik ama evden sıyrılıp hepimiz kendimizi sokağa atmıyor muyuz ? peki çıktığımız sokak gündemin bunalımındayken sıyrılabiliyormuyuz kendimizden? Ne kadar vurdum duymaz olursan ol, ne kadar görmezden gelirsen gel ne kadar sağırlaşsanda yine de canı acıyan birini gördüğünden refleks vermez mi kalbin? 

İşte bu sokak tamda bunları canlandırdı benim beynimde yerlerde duvarlardan dökülen sıva parçaları, dökülen sıva parçalarının ardında siyası bir çok imge ;terör, savaş, isyan, anarşizm (böyle bir kelime var mı bilmiyorum bile), gezi olayları geldi aklıma, mahalle komşularından sınır komşularına uzandım sonra suriye geldi, lübnan geldi ....
geldi de geldi aklıma bunca canı yanmış insan; kimi sıvalı duvarlar ardında ölen, kimi sıvası dökülmüş, kimi sıvası delinmiş, kimi bir sıvası bile kalmamış evlerin ardında yaşayan hayatlar...

  

Buradaki komposüzyon bence şahaneydi. Yıllarını öğrenci olarak harcayan biri olarak şimdilerde hocalık tarafına sızmaya başlasam bile öğrenciyim demekten vazgeçemiyorum;
Burada sanatçımız cidden bir komposüzyon kurmuş; Tahta masa, masa üzerinde anatomik bir çizim iç organların mükemmel dizaynı. Masaların karşılarına konuçlandırılmış kara tahtalar, kara tahta ve masanın arasında uzanan minik minik evcikler, evciklerin yanlarına gelişigüzel dağıtılmış kurdelalı saman rulo kağıtlar ve elbetteki kara tahtanın bizimle konuştukları...

      

Bir adım geri durduğumuzda aslında hayatı okumak gibi bu eserler; bu yüzden sergiyi gezerken suratımda asılı kalıyor o aptal tebessüm.

Okula büyüklü küçüklü her birinin dumanının ayrı tüttüğü evlerden koşup gelen, aslında aynı tasarlanmış ancak hiç biri biribirinin aynısı olmayan hatta kendi içinde bile eşi benzeri olmayan bedenlerin  aynı sıralara oturuşu ne tuhaf! Aynı sıralarda aynı kelimeleri tutup aynı harfleri yazıp aynı sesleri dinleyip herkesin bambaşka hayatlara dönüşümü.... 
   
       

İşte tamda bu noktada kara tahtalara dönüp bakıyoruz; Aynı sırada, aynı mesafede, aynı konu, aynı ses ama zihinlerimiz farklı. Beden orda oturuyor diye zihin uslu mu duruyor! Kimin ne derdi var? Gerçi o yaşta ne derdin olabilir? öyle diyorlar değil mi? derdin tasanın yaşı varmış gibi sanki! Zamanını bekliyormuş gibi gelmenin tütmenin. Her yaş kendine münhasır evladım yazıyorum bunu bak kara tahtaya beyaz tebeşirle. Tebeşir demişken; ben çok severim tebeşir sesinin her harfin farklı bir tınısı vardır. Her elde farklı melodi! güzeldi be belki bizim kara tahtamız yoktu maviydi kimi zaman yeşildi ama dijital değildi yazılanlar göze kulağa kalbe hitap ederdi belki biz 70ler 80ler 90larkuşakları bu yüzden bu kadar duygusalız! Yeni nesili sevmiyorum her şey onlar için gelip geçici tüketiyorlar üretmeyi bilmiyorlar bekliyorlar hiç koşmuyor hep koşuşturuyorlar. Sevmeyi sevmenin değerini bilmiyorlar heps, birer güncel zalim olarak yetişiyor... Bu gerçekten çok acıklı!! 
Her neye kara tahtadan bahsediyorduk değil mi?

 
  

   


 




  
    
  

  

 






      


   











14 Ocak 2018 Pazar

The Devil Wears Prada!

Taslaklardan bir tanesini daha eksilteyim izlenecek film listesini çıkartayım dedim bugünün şansına bu film düştü; "The Devil Wears Prada" Güzeldi!

Filmin isminden avaz avaz bağırdığı gibi filmimiz moda üzerine kurulu başlıyor. Lakin ana tema asla moda ve kapitalizm değil. İnsanların yaşam hırslarına üstü kapalı değinilmiş bir film;
Anne Hathaway filmde kocaman gözleri ve bizi yutacak büyüklükte ağızıyla, mimiklerini ve tabiki oyunculuğunu konuşturuyor. Meryl Streep desen zaten o kadının bence inanılmaz bir tılsımı var.
Yaşlı oyuncularda dikkat edilen o ağır ekabil halleriyle ve mimiklerin surat hatlarında değil bakışlarla yönlendirilebileceğini iyi bilen oyunculardan bence Meryl Streep ve Anne Hathaway ile şahane bi ikili olmuş. Meryl Streep'i Julia&Julie filminde ilk izledim yamulmuyorsam, hatuna hayran kalmıştım üstüne bu şahane geldi. Kadın güzel ya! Enteresan yanı Meryl ile Stanley Tucci abimizin bu filmde de beraber el sallamalarıydı. Ahandaaa diye kalıverdim bian!

Fragmanı unutmadan buraya bırakayım sonra filmden biraz bahsedelim;



⥈DİKKAT SPOILER İÇERİR⥈

Filmde Anne ablamız nam-ı diğer Andrea da açıkçası kendimi buldum ve yine bir duygu yoğunluğu yaşadım yalan yok. Andrea yeni mezun iş arayan bi ablamız; yazmayı seven bir gazeteci, hayalleri idealleri var ve bunun üzerine iş başvurularında bulunuyor. Şahane CV sinden ötürü Runaway dergisinde Miranda'nın asistanı olmaya layık görülüyor. Lakin hatunumuz moda ile uzaktan yakından alakası olmayan hafif kilolu çalışkan zeki bir hatun ve berbat giyiniyor. ( ki bence berbat değil di yani).

İlgili resim

Bu dergimiz çok ünlü bir moda dergisi olduğu için çalışanlarında "0" beden ve manken statüsünde güzel alımlı olması bekleniyor derken ilk elemeden dış görünüşü yüzünden tam elenecekken hatunumuzun zeki olması, dürüst ve açık sözlü halllerinden ötürü denemeye değer diyerek işe alınıyor. Zorlu ve aşağılayıcı bir süreçten ağlama noktasına geldiği noktada hatunumuz kendine yakın gördüğü Stanley Tucci abimiz nam-ı diğer Nigel den yardım ister aralarında geçen kısa ama öz konuşma ile Nigel hatunumuza farkındalık kazandırır ve onu hedefe kitler;
İlgili resim

 ve Nigel kızımın elinden tutar, hatunumuza el atar giydirir kuşandırır iki kuaför rütuşuyla hatunu afeti devran nerimana çevirir. Prada, channel ve dahasının vurgusuyla çirkin kadın yoktur yanlış giyinen kadın vardır sonucunu da gözümüze soktular  o ayrı!
 İlgili resim   İlgili resim İlgili resim

Bu noktada filmden anladığımız hayatta başarmak için ilk önce amaçlanmak gerektiği vurgusudur. (NOT:Altyazıları iyi okurum 😎 ).

Sonrasında Andrea alır yürür ve işini iyi yapabilmek için hedefe o kadar kitlenir ki özel hayatı su almaya başlar ve tekne denizde yavaş yavaş batmaya başlar. Paris moda haftasında diğer asistandan işini daha iyi yaptığı ve çok daha zeki olduğu için Miranda tarafından diğer kız elenir ve Andrea hiç aklında yokken Parise gitmeye hak kazanır. Tam da bu noktada duyarlı bir çalışan ve ona sinek muamelesi yapmasına rağmen iş arkadaşını önemseyen tavırla teklifi reddeder. Ancak Miranda belden aşağı vurur ve Andreanın hedefine ulaşması için açık çek sunar. İş hayatındaki ilk riski alır ve gider Parise ama Pariste karşılaştıkları sonucu Andrea nayır nolamaz bu üstüne basıp geçmeler bana göre değil der ve zaten başarmış olmanın özgüveni ile mutlu olmayı tercih edip istifasını basar ve aynen bu şekilde :)
İlgili resim

Parise gitmeden önce başarma hırsının ağır basması sonucu gelen halet-i ruhiyetle ayrıldığı sevgilisinin yanına koşar ve özür diler ve tabisi normal hayatına geri dönmek ister. Bu sırada asıl yapmak istediği işi için yeni bir iş görüşmesine gider ki filmde beni derinden etkileyen sahne budur; Patronu her patron gibi önceki işinden referans ister hatunumuz tüm açık sözlülüğü ile oturur sandalyesinde ama hiç bir şey iyi yapılan bir işi örtpas etmeye yetme; Yeni patron vurur ve gol olur!

the devil wears prada movie: the devil wears prada anne hathaway andy sachs mygif3   shoother.tumblr.comthe devil wears prada movie: the devil wears prada anne hathaway andy sachs mygif3   shoother.tumblr.com
the devil wears prada movie: the devil wears prada anne hathaway andy sachs mygif3   shoother.tumblr.comthe devil wears prada movie: the devil wears prada anne hathaway andy sachs mygif3   shoother.tumblr.com
the devil wears prada the last part movie gif andrea ile ilgili görsel sonucu

Andrea işini doğru düzgün yapmanın başarmanın haklı gururu ile herkesin harcı olmayacak bir referansı koparmıştır Miranda dan. Teşekkür etmeye gider eski iş yerine Miranda ile karşılaşırlar. Miranda cool Miranda gururlu Miranda asla taviz vermez sevdiğini göstermez. Ama Andrea anlar içinden geldiği gibi davranmanın verdiği ferahlık huzur mutluluk her bişi ile yola devam...

İlgili resim  the devil wears prada the last part movie gif andrea ile ilgili görsel sonucu İlgili resim
İlgili resim İlgili resim

Ve iletişebilmenin tüm kuvvetli sonucunu filmin sonunda yüzlerden okuyarak; Onşar erdi muradına biz çıkalım kerevetine diyip filmi sonlandırıyoruz. Film boyunca işi en büyük aşkı mükemmeliyetçi Miranda pek de gülmez. Ki filmin en büyük hatası bence burda bazı şeyleri izleyiciye bırakmak gerek. Herkesin anlamasına gerek yok yani anlayan anlar! Filmin başında modaya yön veren bu idol kadın hakkında konuşuluyor bir defile öngörüsünde kadının konuşmadan hal ve hareketleri ile insanları yönlendirdiği beğenilerinin mmiklerinden rapor edildiği ve kadının bugüne kadar bi kere güldüğü söyleniyor ve filmin sonunda aslında Andreayı sevmesi işini takdir etmesi onun mutluluğu bnim mutluluğum edasıyla filmi mühürlüyorlar. Sondaki vurgu güzel şahane ama sen o defilede kadının güldüğü baki değil demiyeceksin. BENCE!

İlgili resim


⥈DİKKAT SPOILER İÇERİR⥈

Filmde kendimi buldum evet çünkü çalışırken işimi çok fazla önemsiyorum eğer hedefe kitlenirsem etrafımda akan hayatı es geçecek kadar. Başarmak hepimizin isteği kimse buna karşı çıkamaz sadece başarılı olmak istediğimiz kulvarlarımız farklı. Ve ben başarılı olma yolunda kimseyi incitmemeye üzerine basmamaya özen gösteriyorum. Hırsım birinin önüne geçmek değil! Sadece yaptığım işi en iyi şekilde başarmak. Ve beraber çalıştıklarımı fazlaca önemsiyorum bu yüzden fazla yorulup fazla kırılıp dökülüyorum. Mesela Emily yerine Parise gitti Andrea gitmek zorundaydı üzülerek gitti. Emily aynı durumda olsa o üzüntüyü duymazdı bile. Ki beraber çalışma sürecide hatuna köpek gibi davranmasına rağmen Andrea sallamadı o davranışları kendi olmaya devam etti. İşte kendimi bulduğum asıl nokta ve isterim ki hakikaten bu son sahne gibi insanlar takdir edebilsin; 


the devil wears prada gif ile ilgili görsel sonucu

Ve filmin sonunda gördüğüm patron ile o iletişebilme vurgusu  Mirandanın o arabadaki gerçekten söze döksen anlatmaya yetmeyen caanım mimiklerinden okuduğumuz gibi sonucunda dürüstçe eevet beni bıraktın hatta yarı yolda bıraktın ama çalışkansın zekisin ve sana engel olmak değil senin önünü açmak gerek hareketlerini gerçek hayatta da beklemekteyiz. Şahsen ben bekliyorum ama daha çok beklerim galiba!

Film için düşündüğüm son cümle ise; Hayatta durmak istediğimiz yer kadar nasıl durduğumuz ve dahi ne zaman durduğumuz da önemli!
BENCE!